Hatıraların erişmekte zorlandığı, hayal ile hakikatin iç içe geçtiği bir devr-i kadimde, Anadolu’nun bağrındaki ıssız bir köyde doğmuş Meryem. Güneş kan kırmızısı bir perde çekerken ufka, avludaki tahta sedirlerin üzerinde oturup gökyüzünü izler ve sanki başka diyarlardan haber bekler gibi susarmış köylüler. İşte Meryem, bu derin suskunluğa açmış gözlerini, cılız ağlayışı evin kerpiç duvarlarında yankılanmamış bile. Bir deli kadınmış Meryem’i doğuran; adı zamanla yitse de deliliği baki kalan Deli Zehra’nın küçük kızıymış. O kadar küçükmüş ki annesinin yerli yersiz savurduğu kahkahalarından, vakitli vakitsiz akıttığı gözyaşlarından, pek mühim mevzuları aklında hesap edercesine kendi kendine söyleşmesinden, etrafındaki meraklı gözleri kor gibi yanan bakışlarıyla yıldırıp kaçırmasından bihabermiş. Ki köy ahalisi, bu deli kadının türlü türlü tuhaf davranışlarından ürker, bu uğrağa gelmiş zavallı kadından çekinir, etrafında pek dolanmaz, yaptıklarına da ses etmezmiş. Kadınlar onun geçtiği sokaklarda dualar mırıldanarak peşinden süpürgelerle toz kaldırır, erkekler ise göz göze gelmemeye çalışarak başlarını çevirir, hızlı adımlarla yanından uzaklaşırmış. Küçük Meryem, annesi hakkında işittiklerini yıllar içinde, kendince birbirine ulaya ulaya zihninde ancak bir hükme varabilmiş.
Tanıtım Metni