Hayret eden, şaşırabilen çocuklardık. Gördüğümüz, duyduğumuz garip şeyleri dikkatle izler, dinler ve her şeyden kendimizce anlamlar çıkarmaya çalışırdık. Ampulün yanması dahi bize bir mucize gibi gelir, telefonun nasıl çalıştığını anlayabilmek için aralarına ip gerilmiş iki kibrit kutusuyla küçük deneyler yapardık fen bilgisi derslerinde. Ne illüzyona gerek vardı bizim yaşadığımız dünyada ne de abartılı kahramanlara. Televizyon olanca kibriyle evlerimizin başköşesine kurulup da her şeyin gizemini kaldırıncaya kadar bizim için sihirli eşyaların en anlaşılmazı radyo idi. Sanki bütün dünya küçültülmüş ve o kutunun içine sığdırılmıştı. Bratislava’nın, Londra’nın, Paris’in adını atlaslardan değil radyolardaki istasyon şeridinden öğrendik.